Şengal: Düşle Gerçek Arasında!
Seçkin Tandoğan 22 Ağustos 2014
Eyy zaman
Bu günah bu yük ağır sana
Sen misin taş duvar, sen misin ziyan?
Güneşe sen mi oldun perde?
Toprak evlerin pencereleri gündüz sıkı sıkıya örtülür. Güneşin olanca sıcağına aldırmadan esen rüzgarın savurduğu toz bulutu nefes almayı dahi zorlaştırır Qinê’de.
Ağustos’un ilk günlerinde gecenin bir yarısı kulakları sağır edercesine gelen sesle açtılar gözlerini karanlığın ortasında. Günlerdir yaşadıkları tedirginlik gelip çatmıştı Qinê köyünün kadim yerlilerine. Nereye sığınacağını bilmeyen, bilemeyen insan yığınları birbirine çarpa çarpa ilerliyordu çırıl çıplak bozkırda. İnsan çığlıkları silah seslerine karıştığında eyvah dediler, eyvah! Bitmez tükenmez bir yolculuğun başlangıcıydı atılan adımlar çıplak ayaklarla toprağa. Kulaklarını patlatırcasına yükselen çığlıklar ne kadar tanıdıktı. Savunmasız olmaları daha ileriye koşmaktan başka çarelerini tüketiyordu. Bir acıdan kaçarken ciğerlerini sökercesine yaşayacakları açlığın susuzluğun ve kayıpların derdine düşeceklerdi. Ne olacağını bilemeden yitip gittiler Sincar dağlarının doruklarına. Gün doğduğunda baktılar yörelerine kimler kalmış karanlıktan geriye. Canlarının yarısı Şengal sokaklarında kurşuna
dizilip derileri yüzülüyordu bunları düşündüklerinde.
Kapıların kırılmasına uyandılar. Yattığı yerden kalkamadan kaskatı kesilmişti bedenleri sayısız kurşunlarla. Genç kadınlar ilk defa saçlarının bu kadar uzun olmasından pişmanlık duyuyorlardı. Oysa örgülerle birleştirdikleri upuzun saçları ne kadar da güzellik katardı gözlerinin karasına. Şimdi sevgilinin dokunmaya çekindiği o güzelim saçlar bir caninin kollarına dolanıp, köyün ortasına sürükleniyordu. Gün batmadan belki de son kez geldikleri bu meydana. İlk baskına uğrayan evlerden getirilenler doldurmuştu meydanı. Uğultular dayanılır gibi değildi. Kaldırıp başlarını karanlık gecenin içinde, insan bedenine girmiş yaratıklara bakamıyorlardı. Bu ne korku ne de utançtı! Rüya sandıkları gerçekle yüz yüze gelmekten çekiniyorlardı. Vücuduna değen sıcaklıkla irkildi aniden. Bu sıcaklık ki denizleri kurutan, toprağı çatlatan güneşten daha sıcak. Başını kaldırdığında nasıl bir gerçeğin parçası olduğunun farkına vardı. Daha saatler önce durmak nedir bilmeyen çocuklardan bir tanesiydi. Hemen ötesine düşen baştan ayıramadı gözlerini. Zaman tüm hızını yitirmiş, dünya döngüsüne son vermişti.
Dağlar öyle gidiyorlar
Zamanın kaderi bu.
Kervan, sahipsiz kervan…
Masalları koynunuza koyun
Yolda kervan.
Tarihimiz, yüreğimiz
Yalnız değilsin arkadaş
Hani nerede yaşlıların ninnisi
Nerede arkadaşların şen gülüşü
Orası yuvamız bizim
Rüyalarımızın yıldızı
Soluk soluğa eriştikleri bir mağaranın kovuğunda karşıladılar doğan güneşi. Birbirleri arasında kerelerce bakıp aradılar yakınlarını. Tamamlayan olmadı ailesini. Kentten yükselen dumanların derinliklerine diktiler gözlerini. Unutmak istedikleri kanlı tarih yeniden başlıyordu acımasızca. Kımıltısız durup, bir bir düşündüler yüreklerinin sızısını duyarak. Yine yollara düşmek! Şimdi masallarını koyunlarına dolduramadan yitmişlerdi anayurtlarından. Dünyanın dört bir tarafına dağılan, halkının kanıyla akan Fırat’ı düşündüler. Gecenin karanlığını yarıp umutlarını yeşerttikleri güneş kurutuyordu şimdi onları. Yalnız olmadıklarını biliyordu bilmesine de yine de eksiktiler. Toz bulutları arasından düşe kalka Sincar’a gelmeye çalışanlarda aradılar umutlarını. Her sabah yüzlerini döndükleri tanrıyla baş başa kalmışlardı. Oysa Sincar dağlarında ne gölgesinde dinlenecekleri bir ağaç ne de karınlarını doyuracak yiyecek vardı. Adını anmayı bile yasakladıkları ölüm zamansız yakalıyordu şimdi onları.
Bir kadının feryadı yükseldi kayanın ardından…
22 Ağustos 2014