Sesin geldiği yöne koştuklarında, kurumuş dudakların kımıltısızlığında dondu bakışları. Kadının feryadı kayalıkların arasından yayıldı Sincar eteklerine. Neredeyse tüm canlılar küçük çocuğun çatlamış dudaklarına bir damla su olmaya değişirdi dünyanın bütün güzelliklerini. Yerde yatan onlarca çocuk, sıraya girmişçesine açlık ve susuzluğa yenik düşeceklerdi.
Sincar dağlarının tepelerine yeni ulaşanlardan alıyorlardı haberleri. Neredeyse her gün kanla yoğruluyordu köylerin toprakları. Ferman kara bir bulut gibi Şengal üzerine ağıyordu.
Koço köyüne yoğunlaştı kara bulutlar. Fermanı verenler dört bir yanını kuşattıkları köyün orta yerinde topladılar yakaladıklarını. Şimdi başka bir dünyanın kapıları aralanıyordu Koço’lulara. Korku ve mutluluk göz göze gelmişti. İnsan öldürmeyi keyif olarak tadanlar kurdu ölüm ateşini.
Köyün erkeklerini derenin kenarına tekbir sesleriyle götürdüler tek sıra halinde. Çok konuşmadı cellat! Gecenin sessizliğinde derenin serin akan sularına karıştı makinalının gürültüsü. Üst üste düşmüşlerdi yere yığıldıklarında. Son nefesler verilene kadar devam etti makinalının gümbürtüsü. Attı yere kendini bi çırpıda. Komşusunun cansız bedeni altında kalmıştı şans eseri. Yaralıydı üç yerinden. Giderek şiddetlenen ağrılara aldırış etmiyordu. Zira kurşuna dizilen insanların bedenlerinden süzülen kanların sıcaklığı sarmıştı dört bir yanını. Nefes almaya dahi çekiniyordu. Çetelerin yaşama şansı vermediği halkına can olmalıydı.
Fermanın uygulayıcıları işleri bittiğinde çömeldiler tek sıra dizilmiş ölülerin ortasında. Cebinden çıkardı sigarasını. Şimdi kompozisyonunu tamamlamış ressam edasıyla keyfini sürmekti yanan sigarayla. Derin derin nefeslendikçe ucundaki köz harlanıyor gecenin zifiri karanlığını aydınlatıyordu neredeyse. Cellat bir noktaya odaklanmış ha bire çekiyordu sigarasından. Aniden silahını yerde yatana doğrulttu ve ateşledi. Fark etmişti az ilerisinde göğsü inip kalkan adamı. Her şey kuralınca olmalıydı cellat için. Geride nefes alan canlı kalmamalıydı. Oysa yaşam celladın dikkatinden sakınmayı öğretiyordu yerde yatanlara.
Başım dağ, saçlarım kardır,
Deli rüzgarlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.
Dereden akan suları dinledi uzun süre. Yıllar boyu şu derenin kenarında söylemişlerdi türkülerini. Duyar gibi oldu meyin sesini. Ağacın koca gövdesine dayayıp sırtlarını, akan suyla yarıştırırlardı ağıtlarını. Bazen derenin sessizleştiğini duyumsarlardı. Fırat suyu kan akıyordu gülbanglarında. 72 ferman çıkarılmış halkının boynuna. Behey zalım sen mi yitireceksin yüreklerimizdeki aşkı. Kimin gücü yetecek güneşle aramıza girmeye. Toprak güneş su! Şu kutsal topraklar izin verir mi yitip gitmemize tümden. Şimdi cellatlar yanılıyor. Kanımızdır toprağı sulayan, yine filizleneceğiz. Şimdi şuracıkta olsaydı pirler, şahit olsaydılar gözleriyle yerde yatanlara.
Bir damla yaş süzüldü kirpiklerinin ucundan toprağa.
Kımıltısız geçen saatlerin ardından yavaş yavaş sürünmeye başladı cansız bedenlerin altından. Sancılarına aldırış etmeden terk etmeliydi bu kıyamet yerini. Köyün erkeklerinden kim var kim yoksa yerde yatıyordu. Bir iki baktı ardına, peşinden ayağa kalkan var mı diye, ses seda yoktu. Kaskatı kesilmiş kaya parçalarından farkları yoktu. Gayrı durmak olmazdı. Yeni bir yaşamın sayfası açıldığı şu zaman aralığında, elini çabuk tutmalıydı. Dere boyu durmadan yürümeye başladı. Çocukluğunda oyun oynadıkları bu yerleri karış karış biliyordu. Adımları sıklaştıkça öfkesi çelikleştiriyordu ayrımına vardığı direnişin nasıl olması gerektiğini.
Günleri alan yürüyüşü bir mevzinin başında halkını savunurken sonlandı. Yüreğini büyük bir ferahlık kaplamıştı. Yoldaşının kolları arasında kımıldadı dudakları. Biz kazanacağız yoldaşlar biz!